İstanbul Sözleşmesi’nin “feshedilmesinin” üzerinden 1 ay kadar süre geçmesiyle birlikte devlet ağzıyla İstanbul Sözleşmesi olmadan da kadınların “korunacağı” söylemleri dolanmaya başladı. Hatta bir kısım veriler açıklanarak bu söylem kanıtlanmaya çalışıldı ve kadınlar cephesinde büyük bir tepki topladı. Süleyman Soylu’nun ve Emniyet’in resmi twitter sayfalarında İstanbul Sözleşmesi’nin feshinden sonra kadın cinayetlerinin %25 azaldığını belirten bir grafik paylaşıldı. Bu hamle, devletin “bize güvenin” deme şekli olarak yansıtılmaya çalışıldı. Bu kamuoyu nezdinde sözleşmenin feshinin meşrulaştırması amacını da içermektedir. Bunun yanında açıklanan verilerin doğru olduğunu kabul edersek bir soru öne çıkıyor: “Devletin kadın cinayetlerini engelleyebilecek gücü varsa neden bu zamana kadar engellemedi?” Biz İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin kadın düşmanlarına, katillere, taciz ve tecavüzcülere nasıl güç verdiğini bir günde 6 kadın katledildiğinde gördük. Şimdi bu söylemlerle halkın kadın cinayetlerinin azaldığı yalanlarına inandırılmaya çalışılması erkek egemen devletin manipüle etme çabasından doğmaktadır. Yine verilerin doğru olduğu kabul edilse dahi sözleşmenin feshedilmesiyle kadın cinayetlerinin azaldığını iddia etmek “kadın cinayetlerinden sözleşmeyi sorumlu tutmaya” benzer. Bu da ancak kadın düşmanı erkek egemen aklın ürünü olabilir.
Devlet, “kadın cinayetlerinin engellenmesinin” hatta kendini aşarak “kadınların kurtuluşunun” adresi olarak kendisini gösteriyor. Türk devletinin kadın düşmanlığı; İstanbul Sözleşmesi’nden önce, “uygulamadayken”, feshedildikten sonra da vardır, düzen alt üst edilmedikçe de sürecek. Bu nedenle kadın düşmanlığı, sınıfsaldır, tarihseldir. Kadına yönelik politikalarını da hâkim sınıfların çıkarları doğrultusunda şekillenmektedir. Türk devleti yarı-sömürge, yarı-feodal yapısından dolayı emperyalizme bağımlılığının gerekliliklerini, sınıf ve kimlikler üzerinden de gerçekleştirir. Bu “gereklilikleri” yaslandığı emperyalist devletlere göre değişkenlik gösterebilir. Bulunmak istediği kabın şeklini alırken halk kitlelerinde oluşan tepkiyi de faşist, şoven, “kutsal aile” söylemleriyle dizginlemeye çalışır. Buna en çok maruz kalanlardan biri de İstanbul Sözleşmesi’nin fesih nedeni olarak gösterilen LGBTİ+’lardır. “Aile yapısını” bozduğu gerekçesiyle LGBTİ+’lara yönelik saldırılarının boyutunu arttırarak toplumdan dışlanmalarına ve LGBTİ+fobiyi derinleştirmeye çalışmaktadır. Sözleşmenin feshi yılların pazarlık konusuyken LGBTİ+ hareketin görünürlüğüyle beraber feshedilmesi de bahanelerine dayanak olmuştur. Devlet, kadın kurtuluşunun adresi “benim” derken kadın kitlelerine büyük umut(!) verecek bir “mobil uygulama” ile övünüyor. KADES uygulamasıyla kadın cinayetlerini durduracağını iddia etmesi gülünç bir iddiadır. Karakollarda, mahkeme salonlarında devletin “gerçek yüzüyle” karşılaşmış binlerce kadın için KADES uygulaması, kadın düşmanlığını maskeleme girişimlerinden biridir. Burjuva-feodal düzende kendi varlık zeminine karşı oluşabilecek tepkiyi kontrol altında tutmaya ve hafifletmeye çalışarak ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Burjuva-feodal medyada KADES uygulamasını göklere çıkaran “kalemşorlar” ile tribün oluşturmaktadır. Bu tribünde Ahmet Hakan gibi rüzgar nereden eserse oraya sırtını dayayan halk düşmanları da kendine yer bulmaktadır. Bakanları, vekilleri, “gazetecileri”, TV programı sunucuları tek sesten kadın düşmanlığına devam etmektedir. Kadın kitlelerini bir aldatmacanın içine sürüklemeye çalışmaktadır fakat devlet erkek egemen niteliğini gizlemeyi, hayata geçirdiği politikalar ile kurtaramamıştır.
Kadınlar çok yönlü saldırılara maruz kalırken denebilir ki yine de en görünür kılabildiğimiz kadınlara yönelen taciz, tecavüz, fiziksel şiddet ve kadın cinayetleri olmuştur. Bunun yanında kadının emek sömürüsü hem kamusal alanda hem de özel alanda dizginsizce sürerken görünür hale getiremediğimiz saldırılar da karşımızdadır. Kadınların görünmeyen emeği azgınca sömürülürken bu saldırıların birbiriyle ilişkileri ekseninde ele alınarak mücadele etmenin zorunluluğunu bir kere daha ifade etmek çok önemli. Hâkim sınıfların sahibi olduğu erkek egemen faşist devletin ve elbette onların yeminli soytarılarının kadınlar lehine işçi-emekçi kadınlara dair herhangi bir söz söylemesini zaten beklemeyiz. Bu sebeple “İstanbul Sözleşmesi’nden çekildikten sonra kadın cinayetlerinin azaldığı” açıklamasının anlamını da biliyoruz. Bu açıklama açıkça kadınların mücadelesini manipüle etme çabasından ileri gelmektedir. Kadınları yok sayan hele işçi emekçi kadınların tüm yaşamlarını hiçleştirerek sömüren bu erkek egemen yapıdan kadınların hiçbir beklentisi yoktur/olamaz. Kadınların pandemiyle beraber her türden emek sömürüsünün ne denli boyutlandığı, bu süreçte ev içi şiddetin korkunç düzeylere ulaştığı, arttığı ölçüde de üzerinin kapatıldığı ve görünürlüğünün azaldığı gündem dahi edilmediği bilinmektedir. Kadına yönelen saldırıların görünür kılınması ve buna karşı örgütlenmenin güçlendirilmesi ise eksik kalınan/kaldığımız en temel konuların başında gelmektedir.
“8 Mart” ve “İstanbul Sözleşmesi”nin feshedilmesine karşı gelişen öfke, erkek egemen devlette bir korku yaratsa ve kadınlar güçlü şekilde sokaklara çıkarak öfkesini sokağa taşısa da hareketin kendiliğinden niteliği ve dağınıklığı açık şekilde görülmektedir. Fabrikalarda, atölyelerde, işte, evde sömürü sistemine karşı öfke biriktiren kadınların isyanını örgütlemekte eksik kalınmıştır. Kısıtlamaların “teğet geçtiği” çalışma sahalarında ve işkollarında devletin işçi-emekçi kadınların haklarını gasp ettiği yeterince teşhir edilemediği gibi bu sorunlar güçlü örgütlenme politikaları ile birleşemediği için kadınların öfke ve isyanı bireysel sitem ve serzenişlere sıkışan işsiz kalmaktansa en ağır çalışma koşullarını kabullenen bir biçime evrilme eğilimi açığa çıkmıştır. Bu süreçte evden çalışmak zorunda olan kadınlar; çocuk ve yaşlı bakımını, ev işlerini omuzlamak zorunda kalmıştır. İzinsiz ve esnek çalışma saatleri işçi-emekçi kadınların belini bükmüştür. Patronlar Kod-29’u kullanarak “ahlaksızlık” yaptığı iftiralarıyla birçok işçiyi işten çıkararak işkollarında işçiler fişlenmiş başka bir iş bulma şansları dahi elinden alınmıştır. Başta kadınlar olmak üzere işçilerin en temel hakkı olan çalışma hakkı da elinden alınmıştır.
Kadın kurtuluş mücadelesi bütünlüklü ele alınmalıdır ve bilince çıkarılması gereken temel nokta burasıdır. Sınıfın her katmanından kadınlara yönelik örgütlü kadın düşmanlığı uygulanmaktayken işçi ve emekçi kadınları devrimci politikalarla buluşturmak, kadın kitlelerini bu politikalar etrafında örgütlemek nihai kurtuluş için zorunluluktur.