Yeni Demokrasi Gazetesi’nde yayınlanan Kandıra 1 Nolu F Tipi’nden tutsak Partizan İsmail Yılmaz’ın hapishanelerdeki tutsaklarla yaptığı “pandeminin hapishaneye etkileri” konulu röportaj dizisinin Fadime Özkan’la yapılan bölümü yayınlıyoruz.
İSMAİL YILMAZ: Bize kendinizi tanıtır mısınız, hangi davadan yargılandınız, kaç yıldır hapistesiniz, ne zaman çıkacaksınız?
GEBZE HAPİSHANESİ’NDEN FADİME ÖZKAN: TKP/ML TİKKO davasından yargılandım. 17 yıldır hapishanedeyim. Devlet, infazımı yakarak yatacağım süreyi uzatmazsa 13 yıl sonra yani 2034’ün sonlarında çıkacağım.
İSMAİL YILMAZ: Koronavirüs salgınının hapishane hayatınıza yansımaları nelerdir; hücre yaşamınıza nasıl etkiledi, etkiliyor. Hastane, mahkeme gidiş-gelişleriniz sırasında ne gibi sorunlarla karşılaştınız, karşılaşıyorsunuz?
FADİME ÖZKAN: Koronavirüs salgını hapishanedeki tecrit ve izolasyonu büyütmek, kazanılmış hakları daha fazla gasp edip, budamak isteyen devlet açısından tam da “Allah’ın lütfu” niteliğinde oldu diyebiliriz.
Aslında hapishanelerdeki saldırı ve hak gaspları da dışarıdaki toplumsal muhalefete, direniş güçlerini ve işçi-emekçi halk kitlelerine yönelik saldırılardan bağımsız değil. Bu saldırıların hapishane ayağını oluşturuyor. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bizim gibi ülkelerde faşizm süreğen bir nitelik taşımakta. Dönem dönem “demokrasi” maskesi takılsa da bu “demokrasi” faşizmin sopasını gizlemeye yetmiyor ki bunu devletin hapishane politikalarında görebiliyoruz.
Şunu da belirtmek gerekiyor; ülkemizde faşizm süreğen olsa da bazı dönemler daha da koyulaştığını görüyoruz. Egemenlerin artan krizlerine ve yönetememe haline paralel, yükselen devrimci dalgayı ve toplumsal muhalefeti ezmek, bastırmak ve geri püskürtmek için devletin ve iktidar güçlerinin özellikle 2016’dan (hatta 2015’ten) itibaren topyekûn bir saldırı sürecine girdiğini görüyoruz. İşte bu saldırılardan hapishanelerde nasibini aldı. Öncelikle 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle başlayan kimi yasaklar ‘FETÖ’cüler üzerinden meşrulaştırılmaya çalışıldı. Devamında ise ibrenin yönü devrimci tutsaklara çevrildi. Başta dergi-kitap hakkına yönelik parça parça, dağınık ve düzensiz bir biçimde saldırılar yaşama geçirildi. Bu saldırılar parça parça ve zamana yayılarak, devrimci ve örgütlü güçlerin, karşı duruşun vb. niteliğe paralel, tüm hapishanelerde aynı biçimde ve zamanda uygulanmadığı kendi içinde ‘düzensiz’ ve ‘dağınık’ bir sistemle genel saldırıların dışında ‘tekil’ saldırılarmış görüntüsü verilerek yaşama geçirilmeye çalışılıyordu. Koronavirüs salgını, devlet için; bu saldırıları daha merkezi bir politikayla ve tüm hapishanelerde aynı biçimde ve zamanda uygulama olanağı vardı. Koronavirüs bahanesiyle tüm hapishanelerde kazanılmış haklar rafa kaldırıldı. Yapılan yasal düzenlemeyle kitapların içeri verilmesi en asgariye indirildi. Devrimci basının içeri girmesi yasaklandı. Ziyaretler önce tamamen kaldırıldı sonra ayda 2 kapalı ziyaret ve o da en fazla iki görüştürülmesi biçiminde sınırlandırıldı. İçerideki tüm sosyal aktiviteler (sohbet, ortak alan, kütüphane, kurslar, kuaför vb.) kaldırıldı. Özetle her anlamda tutsaklar koyu bir tecride mahkûm edildi.
Bulunduğumuz Gebze Hapishanesi’nde ise yukarıda anlattığımız saldırılar parça parça ve zamana yayılarak değil, 2019 sonu 2020 başında toptan yapıldı. Buradaki süreç; o 6 Aralık 2019’da “arama” adı altında, içerisinde askerin, istihbaratçılarında bulunduğu kişilerce koğuşlarımıza yönelik gerçekleştirilen talan saldırısıyla başladı. Bu talanda bizlere saldırıp, zorla havalandırmaya atılıp, kapı üzerimize kilitlendikten sonra koğuşlarımız, eşyalarımız resmen talan edildi. İstihbarat birimlerince incelenmek üzere defterlerimiz, kitaplarımız, dergilerimiz, mektuplarımız, yazılı çalışmalarımız vb. alınıp götürüldü. Hala geri verilmeyen ve akıbeti belli olmayan eşyalarımız, defterlerimiz vb. var.
Burada talan arama ile başlayan saldırı sürecini kitap sınırlaması, dergi vb. yasakları, hastane ve mahkemeye giderken getirilen asker araması dayatması izledi. Bu saldırıların üzerine ise 2020’nin mart ortalarından itibaren getirilen pandemi yasakları ekledi.
Tüm bu açıklamalardan sonra sorunuza dönersek, koronevirüs salgınıyla gelen yasaklar, var olan sorunların üzerine eklendiği için, etkileri daha fazla oldu. Var olan tecrit daha da büyüdü. Dış dünya ile olan bağımız zayıfladı yer yer yok koptu. Bu sadece fiziki anlamda bir kopma, zayıflama değil, politik anlamda da devrimci gündemlerden uzaklaşma ve darlaşmayı getiriyor. Örneğin iki yıldır devrimci basın okuyamıyoruz. Bu da haliyle dışarının farklı kurum ve yapıların gündemlerinden, tartışmalarından, ülke ve dünyadaki politik atmosferi kimin nasıl değerlendirdiğinden vb. bir haber olmayı getiriyor. Buna ziyaret yasakları ve sınırlamalarını içerideki sohbet, etkinlik vb. hakların gaspını da eklediğimizde tecridin etkisi dış dünyadan kopukluk daha anlaşılır olacaktır.
Bu süreçte, belki kendi kolektifimizin gündemlerinden tamamen kopmadık. Ama aynı sınırlandırılmışlıktan kaynaklı ciddi eksiklikler de yaşandı. Araya mesafeler de girdi… Mesafelerin olduğu yerde, yeterince onunla (kolektifimizle) bütünleşememe, ondan alma ve ona katmada da eksikliklerin yaşanması kaçınılmazdır.
Konuya şuradan da bakabiliriz; bizler savaşçı bir yapının militanlarıyız ve hapishanelerinde bir savaş alanı olduğunu söyleriz her daim. Gerçekten de tutsak düştüğümüzde mücadele bitmiyor. Yani dışarının emekliliği değil içerisi. Proleter ideoloji ile burjuva ideoloji arasındaki çelişki, çatışma dışarıya kıyasla bu mekanlarda daha açık ve keskin yaşanıyor. Bu mücadeleden galip çıkmak istiyorsak, mücadeleyi ve direnişi daim kılmak, kendimizi devrimciliğimizi, kolektifimizi sürekli yenileyip üretmesini, çoğaltılmasını bilmek gerekiyor. Bunu başaramadığımızda ise içten içe tükeniş kaçınılmaz oluyor. Belki görüntü, söylem bir süre daha “devrimci” olmaya ediyor ama içteki barut bittiğinde yenilenmediğinde ateş de olmaz.
Barutu yenileyip, çatışmadan galip çıkmanın, direnişi büyütüp, devrimciliğimizi üretip yenilemenin, çoğalmanın ise bu mekanlarda iki ayağı bulunuyor. Birincisi; kimliğimize, ideolojimize, devrimciliğimize ve somut yaşamımıza yönelik saldırılar, hak gaspları, keyfi uygulama ve dayatmalar karşısında yani tecrit-tretmana karşı fiili direnişi, karşı koyuşu elden bırakmamak, örgütlü karşı koyuşa dönüştürmekten geçiyor.
İkincisi ise; siyasi, ideolojik, teorik olarak da üretmekten kendimizi geliştirip, donatmaktan, yenilemekten, devrimciliğimizi üretip çoğaltmaktan, kolektifimizle bütünleşmekten geçiyor.
Bu da okuyup-yazarak, üretememek gelişmek, geliştirmek, kolektife de katıp onunla bir olmak anlamına geliyor.
Bu iki ayak bir bütünü oluşturuyor. Bir taraf eksik kaldığında yürüyüş sakatlanıyor. Teori-pratik denklemi gibi… Direniş çizgisi geliştirilmeden hak alma, var olan hakları koruma mücadelesi geliştirilemiyor. Ama sadece fiili direnişe kilitlenip, okuyup-yazma, üretme ihmal edildiğinde de kişi beslenemiyor. Süreç içinde darlaşıyor. Tersten sadece okuyup-yazmaya, yazınsal anlamda üretmeye kilitlenildiğinde de süreç içinde bir pasifleşme, “sağcılaşma” başlıyor. Özcesi; tecrit-tretmana karşı direniş ve mücadele ne sadece fiili direnişle, saldırılara karşı koyuşla oluyor ne de sadece politik çalışma yapıp, okuyup-yazarak oluyor. İkisi bütünleştirildiğinde, sağlıklı, doğru bir mücadele hattı örülüyor. Elbette bu diyalektik bütünlükten bahsederken bazen saldırıların yoğunlaşmasına paralel fiili direniş hattı öne geçerken bazen de saldırıların azaldığı ya da sakinleşmesine paralel, politik çalışmaların daha öne çıktığı oluyor. Bu genel duruşumuzu iki ayağın birleştirilmesi gerçeğini yadsımıyor.
Buradan tekrar dergi-kitap meselesine dönersek; tutsağın kendisini yenileyip, geliştirmesinde dışarıdan beslenebilmesi çok önemli. Yani devrimci basın, dergi, kitap hakkının korunabilmesi -buna ziyaret hakkını da dahil etmek gerekiyor -bizim için hayati bir yerde duruyor. Maalesef bugün, bu hakkın gaspının, devletin merkezi bir politikası olarak yaşama geçirilmesinde, hapishanelerin iç dinamiklerinin, devrimci güçlerin direniş politikasının (pasifleştiğinin) dışında pandemi sürecinin de ciddi bir etkisi oldu diyebiliriz.
Bulunduğumuz Gebze Hapishanesi’nde ise pandemi öncesinde başlatılan topyekûn saldırılara bizim yanıtımız çeşitli eylemlikler biçiminde oldu. Pandemi öncesinde kadem kademe yükselttiğimiz fiili aktif direniş sürecimizde belli bir aşamaya da ulaşmıştır. Pandemi yasaklarının başlaması, hapishanenin izole edilmesi, iletişim kanallarının kapatılması gibi etmenler bizim eylemlilik sürecimizi ve yakaladığımız çözüm adımlarını da sekteye uğrattı.
Koğuş/hücre yaşantımızı nasıl etkilediğine gelirsem; insan sosyal bir varlık. Sosyal yaşamdan/ortamdan koparılması insanın doğasına aykırı. Pandemi le birlikte sohbet, ortak alan ve diğer etkinliklerin yasaklanması, dostlarla yürüttüğümüz sosyal ve siyasal paylaşımları sınırlandırdı. Mekânın yapısından kaynaklı burada bir bütün iletişimimizi kesme koşulları olmadı elbette ancak yine de ortak etkinliklere vb. çıkılamamasından dolayı bir nevi hücremize hapsolmuş gibi olduk. Hem dışarıdaki hem de içeride ki dostlardan yalıtılmış olmanın bir dizi etkileri oldu. Elbette herkes de aynı etkiler yaşandı diyemeyiz. Kişinin kavrayışına, siyasi ve politik duruşuna vb. paralel etkilerde farklılaşmakta. Örneğin kendi içine kapanma, darlaşma ya da yaşamın rutinleşmesi ve bunların yarattığı huzursuzluk, gerilim vb. etkiler kişilerde ya da ortamlarda görülebilmekte.
Hastane ve mahkeme konusunda ise; koronavirüs salgını sürecinde hiç hastane ve mahkemelere gidemedik. Elbette bir dizi sağlık sorunlarımız mevcut ve yapılması gereken kontrollerimiz vb. de var. Birkaç defa Covid kapma riskini de göze alarak rahatsızlıklarımızla ilgili olarak hastaneye sevk de yaptırdık. Ancak dayatılan asker aramasını kabul etmediğimiz için hiçbir zaman hastaneye götürülmedik. Yine aynı dayatma ve keyfiyetten kaynaklı var olan duruşmalarımıza da götürülmedik. Ne zaman hastane sevkimiz ya da mahkememiz olsa her defasında götürülmediğimiz gibi saldırıya da uğradık. Her defasında çıkış kapısına kadar gittik. Asker hastaneye (ya da mahkemeye) götürmediği için bizde hücreye dönmeyi kabul etmedik ve oturma eylemi yaptık. Gardiyanlar müdahale ederek her defasında zorla geri getirip hücremize attılar bizi. Kısaca, son 2 yıldır hastane ve mahkemeye götürülmediğimiz için var olan sağlık sorunlarımız da her geçen gün daha da derinleşiyor diyebiliriz.
Buradaki asker araması dayatması, 2012’den bu yana tam üç defa getirildi ve çözüldü. Şimdi dördüncü kez yeniden getiriyorlar. Deneyimleyerek gördüğümüz, bu hapishanede her saldırı dalgasında bu “asker araması” dayatmasını karşımıza getiriyorlar. Özünde bu saldırı tamamen keyfi dayatmacı bir uygulama olmakla birlikte esasta da ideolojik bir saldırı olma niteliği taşıyor.
Bunun için her sıkıştıklarında karşımıza getiriyorlar. Aramayla, güvenlikle bir ilgisi yok, tamamen irademizi kırmaya yönelik bir saldırı. Zaten hapishane bölük komutanı bizzat bu durumu “devletin gücünü göreceksiniz” diyerek ifade ediyor.
Asker aramasını kabul edip hastaneye/mahkemeye gidenler ise dönüşte 2 hafta karantinada tutuluyor. Ancak buranın karantina koşulları oldukça sağlıksız. Hem mimari yapının getirdiği sınırlanmışlık hem idarenin yer sorunu gibi etmenlerden de dolayı insanları üst üste dolduruyorlar. Sağlık ve hijyen koşuları da yeterince sağlanmadığı, tedbirler yetersiz kaldığı için virüs bulaş riski de hep bulunuyor. Bu yılın mart ayında tam da ele alışlardan kaynaklı Covid; içeri, tutsaklara bulaştı, yayıldı ve hapishanenin yarıdan fazlası Covid geçirmiş oldu.
Koronavirüs sürecinde yaşadığımız bir diğer önemli sorun da sorunlar karşısında, idareden muhatap bulamamak oldu. İdare, sürecin başından itibaren, bizimle birlikte, bir grup gardiyanı da içeride izole etti. Sürecin sorumluluğunu, yükünü bir grup gardiyana yıktılar. İdari birimler ise “esnek çalışma” vb. iş yapmanın gerekçesi yaparken, haliyle birçok iş de aksadı. Sorunların muhatabını bulamama, onlara ulaşamama gibi sıkıntılar yaşandı diyebiliriz.
Koronavirüsün bir diğer etkisi de hapishanelerin, tutsakların dışarısı ile bağının kopması ya da sınırlanması oldu. Dışarıdaki toplumsal muhalefetin, devrimci güçlerin kendi içine, sosyal medyaya hapsolmasının da etkisiyle, hapishaneler, tutsaklar yalnız bırakıldı ya da sahiplenme çok sınırlı oldu. Dışarısıyla içerinin bağının zayıflaması, dışarının desteğinin azalması, saldırılar konusunda devleti daha da pervasızlaştırdı/pervasızlaştırıyor. Maalesef bunu, bu süreçte de gördük.
İSMAİL YILMAZ: Koronavirüs salgını aileniz üzerinde ne gibi etkiler bıraktı, ilişkilerinize nasıl yansıdı, yansıyor?
FADİME ÖZKAN: Salgın toplumun genelinde olduğu gibi, bizim ailelerimizde de korku, kaygı vb. şeyler yarattı. İlişkilerimize yansıması ise, ziyaretler boyutuyla oldu. Bizim ailelerimizin çoğunluğu, genel olarak uzak ve farklı şehirlerde yaşıyorlar. Bundan dolayı da çok sık ziyaretimize gelemiyorlar. Pandemi ile birlikte ise ya hiç gelemez oldular ya da daha az ve zor koşullarda geldiler/geliyorlar. Bu durum yani ailelerin ziyarete gelememeleri, bizden çok ailelerimizi manevi olarak etkiledi. Bizleri görememenin üzüntüsüne, bizleri yalnız bıraktıklarını, ilgilenemedikleri hissi de eklenince ailelerimiz açısından yıpratıcı oldu diyebiliriz. Bizim açımızdan da ailelerimizle görüşememek, onların sevincine, üzüntü ve acılarına yeterince ortak olamamak, paylaşımlarımızı da zayıflatan bir durum açıkçası.
İSMAİL YILMAZ: Egemen güçlerin koronavirüs salgını üzerinden izlediği politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
FADİME ÖZKAN: Kendisinin ürettiği ve aşamadığı, iç içe girmiş, siyasi, ekonomi toplumsal, ekolojik, sağlık… vb. bir dizi kriz sarmalının içinde boğulsun, kapitalist-emperyalist sistem, bugün her ne kadar krizin ağırlık merkezini yarı-sömürge ülkelere kaydırmış olsalar da hala 2008 finansal krizin aşamamış, üretimdeki ve ekonomideki daralmalar yeni yeni borç krizlerini getirmiştir. Bu da işsizliği ve yoksulluğu büyütürken, bu sistem açısından da kalıcı hale getirmiştir. Covid-19 salgınıyla birlikte var olan kriz sarmalına bir yenisi daha eklenmiş ve sistemin krizi daha da derinleşmiştir.
Egemenler tüm krizlerde olduğu gibi, Covid-19 salgınını da fırsata çevirmekten geri durmadılar. Krizleri aşamasalar bile kar ve sömürülerini koruyup, artırmak için yine Covid salgınının yükünü de işçi-emekçi halk kitlelerinin sırtına yıktılar. Şirketler batıp, ülke ekonomileri daralırken, bir tarafta işsizlik, yoksulluk, açlık ve halkın barınamama sorunları artıp büyüdü. Diğer tarafta ise egemenlerin sömürü ve karları büyüdü. Gelir dağılımındaki uçurum daha da yükseldi. Halk daha fazla yoksullaşırken, egemenler ise daha fazla zenginleştiler. Sermaye ve karlarını büyüttüler. Salgının önüne geçmek için gerekli tedbir ve önlemleri yerine, büyük bir ikiyüzlülükle halk kitlelerine “evde kal” çağrıları yapılırken; çarklar durmasın diye de ölümler pahasına işçi, emekçileri fabrikalara, üretim alanlarına sürdüler. İşyerlerine hapsedip, kölelik koşullarını dayattılar. Üstelik iş yükünü, güvencesizliği ve sömürüyü de de artırdılar. Daha çok “beyaz yakalılar” olarak tanımlanan iş kolları, evden çalışmaya da uygun olan, eğitim, mühendislik, mimarlık, gazetecilik, bilişim gibi iş kollarında ise “evden çalışma” ile çalışanların iş yükü ve emeğinin sömürüsü artırıldı. Beraberinde ise esnek çalışma yaşama geçirilirken, çalışanların iş ve özel yaşamı arasındaki ayrımlarda ortadan kaldırılıp iç içe geçirildi. Kuralsız esnek çalışma ve sömürü uygulanırken, işçi sınıfının kazanımlarından olan ve kurallı çalışma ile elde edilmiş bir dizi hakları da gasp edildi. İşverenin karşılaması gereken yol, beslenme, iş yeri giderleri, ek mesai ücretleri gibi harcamalar çalışana yıkılırken, patronların kasasına ise kar olarak aktı.
Koronavirüs sürecinde egemenlerin halka yaklaşımlarını ve kar hırslarını en iyi özetleyen pratiklerden birisi; tüm dünya da tırmanan salgına ve ölümlere rağmen aşı üreticisi olan şirketlerin ilaç tekellerinin karları azalmasın diye aşı üretiminde ortaklaşmasına ve tüm ülkelerde üretimine izin vermemeleridir.
Türkiye’de de sergilenen bir diğer önemli yaklaşım da işçi ve emekçilerden yapılan kesintilerle oluşturulan fonların (işsizlik ödeneği gibi) bu süreçte dahi çalışanlara değil, “teşvik” vb. adı altında sermaye sahiplerine aktarılmasıdır.
Yine çarpıcı bir başka örnek ise en fazla aşı üreten ülkelerden olan Hindistan’ın aynı zamanda koronavirüsten kaynaklı ölümlerinde en fazla olduğu ülke olmasına rağmen üretilen aşıların halka kullanılması değil, satışa sunulmasıdır.
Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Ancak son bir noktayı daha vurgulayarak bu soruyu geçebiliriz. Evet egemenler koronavirüs sürecini sadece kar ve sömürülerini artırmak, ilaç tekellerini büyütmek açısından fırsata çevirmediler. Aynı zamanda yükselen muhalefeti ve devrimci dalgayı sindirmek, bastırmak açısından da fırsata çevirmek istediler. Egemenlerin en çok korktukları; sokaklar, meydanlar yani halk kitlelerinin eylemleridir. Korona bahanesiyle kitlelere sokakları, eylemlilikleri, toplantı ve gösterileri yasakladılar. Kendi ihtiyaçları ya da sistemin bakası için gerekli olan tüm etkinlikler serbestken, kitlelerin en demokratik talepleri için olan etkinliklere ise yasaklar getirildi. Kesilen para cezalarıyla halk yıldırılmak istendi. Özcesi kitlelerin artan tepki ve öfkesi korona bahanesiyle yasaklarla dizginlenmeye çalışıldı.
İSMAİL YILMAZ: Devrimci, demokratik güçler bu süreci nasıl karşıladı, karşılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
FADİME ÖZKAN: Devrimci, demokratik güçlerin süreci karşılama noktasında çokta iyi bir sınav verdiğini düşünmüyorum. Bu süreçte belki hapishanelerdeki kısıtlamalardan, yayın vb. yasaklardan dolayı dışarıdaki devrimci, demokratik güçlerin tutumlarını yeterince takip edip, gözlemleme şansımız olmadı. Bundan dolayı kimseye haksızlık da yapmak istemem. Ancak gözlemleyebildiğimiz kadarıyla devrimci, demokratik güçlerde başlarda; ilk olarak ne yapacağını, nasıl konumlanacağını bilememe hali yaşandı. Bu da bir tavırsızlığa sürükledi. Devletin yasaklarına uymama ile eve kapanma arasındaki çelişkiler, kitlelere gitmek, faaliyet yürütmekle onlara gitmemek arasındaki çelişkiler git-geller çatıştı durdu. Yer yer karamsarlığa, atıllığa sürükledi. Belki herkes evlerine kapanmadı ama yine de insanlar en başta işçi-emekçiler ölürken, devrimci-demokrat kesimler de bir içe kapanma, sosyal medyaya hapsolma hali yaşandı diyebiliriz.
Sürecin ilk başları açısından ortaya çıkan olguyu bilmeme yeni gelişen durumu anlayamama ve anlatmaya çalışma hali bir yere kadar anlaşılır. Ancak o ilk adımdan sonra; süreci, gelişmeleri doğru okuyup konumlanmak gerekiyordu. Bunda biraz geç kalındı gibi geliyor. Sonuçta “evde kal” çağrıları yapılırken, bu kapanma işçi-emekçileri kapsamadı. Onların yanında, içlerinde olmak, sınıfla birlikte hareket etmek yerine, niyetten bağımsız da olsa, maalesef devrimciler de egemenlerin çağrılarına paralel evlere, sosyal medyaya kapandılar. Basın açıklamaları, eylemler, etkinlikler bile sosyal medyadan yapılır oldu. Elbette objektif koşulları yadsımıyoruz. Ama evlere, sosyal medyaya hapsolmak da bir tercih meselesi, kitlelere yabancılaşmanın sınıfsal bir duruşun yansımasıdır. Ki bu tabloyu eleştirdiğimiz ve TDH’yi de saran tasfiyeci, pasifist çizgiden bağımsız okumamak gerekiyor. Faşizmin “demokrasi” bayrağı sallanıp, temel hak ve özgürlükleri daha fazla kullandırdığı dönemlerde daha “devrimci” ve “radikal” olanların faşizmin zoru devreye sokup daha fazla saldırganlaştığı, yasakları öne çıkardığı süreçlerde pasifist politikalara yönelmeleri yaşamın doğasına aykırı olduğu gibi aynı zamanda ideolojik bir duruşunda göstergesidir. Oysa; baskı ve zulmün arttığı, devrimci durumun yükseldiği süreçlerde devrimcilere düşen görev, reformizmi, hareketsizliği ve pasifizmi değil devrimci çizgiyi, devrimci karşı koyuşu örgütlemektir. Bu da kitlenin dışında örgütlenmez.
Bugün hem içeriyi hem dışarıyı belli boyutlarıyla sarmış olan pasifist çizginin, koronavirüsle birlikte dışarısı ile içerinin bağlarının zayıflamış olmasının bir nevi hapishanelerin “yalnız” bırakılmış olmasının ve son olarak da korona sürecinde basın-yayın yasaklarının devletin merkezi bir politikası olarak, “sorunsuzca” yaşama geçirilmiş olmasının da avantajı ile devlet saldırılarına hız verdi. Ağırlaştırılmış müebbetlerin konulacağı üzerinden dillendirilen “S Tipi” olarak da adlandırılan, tecrit ve izolasyonun en üst boyutta olduğu, fiziksel temasın sıfırlandığı tüm sistemin elektronik mekanizmalarla işlediği S Tipi hapishaneleri devlet açmaya, yaşama geçirmeye başladı. “S Tipi” saldırısı, F tiplerinden çok daha büyük ve kapsamlı bir saldırı olmasına rağmen maalesef bugün devrimci-demokratik güçlerin gündeminde bile yok. Ve bu saldırıya karşı, içeri-dışarı bütünlüğü sağlanarak, devrimci bir duruş ve karşı koyuş örülemediği müddetçe, tutsaklar tarafından çok daha ağır bir fatura ödenmek zorunda kalınacaktır.
İSMAİL YILMAZ: Koronavirüs salgınının en çok kadınlar üzerinde etkili olduğu görülüyor. Sizce bu etkiler nelerdir? Ne gibi sorunlara yol açıyor?
FADİME ÖZKAN: Evet bu salgın en fazla da kadınları etkiledi. Bu etkilerin birçok boyutu var. Burada hepsine değinip uzun uzun anlatma durumumuz yok. Ben belli başlı birkaç noktaya değineceğim.
Bu süreç en çok kadınları etkiledi. Hem ilk işten çıkarılan, işini kaybedenlerin kadınlar olması boyutuyla hem de iş yüklerinin, güvencesizliklerinin artması boyutuyla en çok kadınları vurdu. Genel olarak; açlık, yoksulluk, işsizlik artıp; ekonomi daraldığı dönemlerde beraberinde enformal çalışma iş güvenliği ihlalleri ve güvencesizlik de hızla artar. Böylesi süreçlerde yine en önce kadınları vurur. Tıpkı bu pandemi sürecinde olduğu gibi… Koronavirüs salgınıyla birlikte kadının ücretli emeğinin dışında, ücretsiz ev içi emeğinin sömürüsü de arttı. Özellikle koronavirüsle yoğunlaşan hastaların, hasta olmayan aile bireylerinin, yaşlı ve çocukların bakımı, beslenme, hanenin halkının hijyen koşullarının sağlanması, ev işlerinin yapılması gibi görev sorumluluklar daha fazla kadınların üzerine yıkıldı.
Yine bu süreçte; aileden-çevreye, akrabalara, cemaat ve tarikatlara kadar uzanan ve kurumsallaşmış olan ataerkil baskı, şiddet, kadına yönelik fiziki, cinsel, psikolojik vb. saldırıların ve kadın katliamlarının da arttığına tanık oluyoruz.
Kısaca bu süreç tüm toplumun psikolojini bozdu. Tüm insanlarda bunalma, sıkıştırılmışlık, çaresizlik ve tahammülsüzlük vb. duyguların yaşanmasına ve yoğunlaşmasına yol açsa da en fazla -dışarıda bile olsa- hapisliği yaşayan kadınları etkiledi diyebiliriz.
Hapishanedeki kadınlar açısından baktığımızda ise; içerideki kadınlar, dışarıdaki hapisliğin devamını ama daha koyulaştırılmış, sıkı ve katı halini yaşıyorlar. Dışarıdaki değer verilmemenin, insan yerine konulmamanın, erkek şiddetinin, devlet eliyle yürütülen kurumsallaştırılmış halini yaşıyorlar bu şiddet mekanlarında. Bu anlamıyla pandemi sürecinin hapishanedeki kadınlar üzerindeki etkisi daha bir tahripkâr oldu diyebiliriz. Zihinlerdeki mahpusluk, zamana ve mekâna yayılmış olan hapishane tecridiyle birleşip üzerine bir de pandemi bahanesiyle getirilen yasakları, engelleri, yoğunlaştırılmış tecridi ekleyince daha bir etkili ve yıpratıcı oldu. Bunu özellikle adliler üzerinden daha net gözlemleyebiliyoruz. Öyle ki eskiden de adliler arasında kavga, gürültü, anlaşmazlıklar olurdu. Hatta eksilmezdi. Ama bu pandemiden sonra, pandemi yasakları ve artan tecritle birlikte daha bir arttı. Darlaştıkça öfkelerini, çaresizliklerini birbirlerine yöneltmeler kavgalara dönüştü. Her gün kriz geçiren, kavga eden, kendisine ya da birbirlerine zarar veren adlilerin ve onlara bağırıp-çağıran gardiyanların seslerini duyuyoruz. Bu kavgaların zaman zaman koğuşlardan koridorlara taştığına tanık oluyoruz. Tüm bunlar pandemi ile yoğunlaştırılan tecridin, baskının etkisi. İnsan sosyal bir varlık ve hele ki adliler gibi günübirlik, hedefsiz ve günlerini bir şeyler yapmadan, okuyup-yazmadan, üretmeden, boşlukları doldurmadan yaşıyorsa, psikolojileri bu kadar sıkışmışlığı kaldıramıyor.